İçeriğe geç

Müziği ve müzisyen olmayı seviyorum 

 

Müziği seviyorum. Kim müzik sevmez ki? 

 

Aranızda gerçekten sevmeyen var mı? Sevmeyenlerin neyi var acaba diye düşünüyorum. Müzik sosyalleşmektir. Müzik kendinle başbaşa kalmaktır. Müzik her daim, her ortamda, her duyguda insana eşlik edilebilecek yegane şeydir. 

 

Neden sosyalleşmenin en temel yollarından birini sevmez ki insan? Mesela “flörtümüze” ne hissettiğimizi ima eden şarkılar dinletmedik mi, büyük aşklar başlamadı mı o şarkılar sayesinde? 

 

Aslında söylemek istediğim, müzik zaman içinde oldukça geriye giden izler taşır; insanların ve maymunların beyinleri türdaşları belirli şeyleri yaptığında benzer şekillerde tepki verir. Beynin müziğe aynı şekilde tepki vermesi gibi.  Bu anlamda müzik bilimiyle var oluyor, pratik işlevlerin bir sonucu olarak oluşuyor.

 

Müzik ve data

 

Bütün evren, dataların bir tezahürüdür. Bir nöron yıldızı, elementlerin nöronlarının belirli koşullar altındaki davranış paternlerinin bir sonucu olarak oluşur. Aynı şekilde genetik olarak biz insanlara %60 benzeyen bir muz, DNA’larının birleşmesi ile bir araya gelen bir sonuçtur. Ancak insandaki bu veriler özümseme, yorumlama, aktarma yollarıyla iletişime dönüşür. iletişim sadece biz insanlar kendi aramızda benzer referansları paylaştığımız için var. Evcil hayvanınıza sevgi dolu sözler söylerken, o da size kuyruğunu sallıyor ya da mırlıyorsa ona ulaşmayı belirli bağlantı noktalarını ipaylaşaral iletişime geçebiliyoruz demektir.

 

Müzik beynimizdeki birçok nöronu havada “dans eden bir arı gibi”, harekete geçirdiği için ritimle dans ederek belirli hareketler yapabiliyoruz. Bir çalışma, müzik dinlediğinizde, beyinde melodisini duyduğumuz enstrümanları çalmayla ilgili kısımların harekete geçirdiğini gösterdi, enstürmanı çalmayı bilip bilmememiz ya da müzisyen olup olmamamız önemli değil, beyniniz varsayılan haliyle bu şekilde tepki veriyor.

 

Buna ayna etkisi deniyor, işitme aralığımızda müziğe verdiğimiz tepkinin bir benzerini türler olarak aramızdaki iletişimde de veriyoruz. İmalar, ritimdeki belirli gerilimler veya yukarı ve aşağı hareket eden tonlar bize müziğin yaratıcısı hakkında bir mesaj iletiyor – tıpkı açık bir komut olmadan bir komedide kahkahalara boğulmamız gibi. Bir şarkının bir bölümünü kavradığımızda, şarkının nasıl gidebileceğini ve sonra ne olacağını tahmin edebiliyoruz.

 

Seslerdeki hayat

 

Bir başka çalışma da, aralıklarla tekrar eden seslerde “hayat” bulma eğiliminde olduğumuzu gösterdi. Avcı toplayıcı atalarımız yakınlarda bir yiyecek veya su kaynağı olabileceğini o bölgedeki sesleri dinleyerek tahmin etmeye çalıştı. Müziğin doğuşu da bu şekilde oldu. John Cage’in mutlak sessizlik için yaratılmadığımızı iddia ettiği Silence adlı eseri bu konuyla  bağlantılı. Bunu yankısız bir odada – herhangi bir harici ses kaynağından tamamen izole edilmiş bir oda – deneyimlediğinde, damarlarından akan kanın ve kafasının içinde sinir sisteminin ateşlendiğini duymaya başladı. Bu konuyla ilgili Veritasium isimli Youtube kanalının “Can Silence Actually Drive You Crazy?” (Sessizlik insanı gerçekten delirtir mi?) isimli videosunun izlemenizi öneririm. 

 

“Sessizlik hakkı” denen bir şey olmasına ve çevremizdeki işitsel kargaşadan bir kopuşa ihtiyacımız olsa da, çevremizdeki yaşamdan kopamadığımız için tam olarak sessizce durmamıyoruz. Müzik de tam burada hayatlarımıza giriyor ve ruhumuzun gıdası oluyor. 

 

Müzik bilimi hakkında konuşmayı çok seviyorum, konuyla ilgili eğitim almam da bu merakımın kaynağı tabii ki. Umarım bu yazıyla ritmik olarak düzenlenmiş tonları dinlediğimizde olağanüstü anlamlar çıkarmamızın sebebini biraz açıklamış olurum. Müzik bize neden farklı farklı şeyler hissettiriyor, neden ruhumuzun gıdası, derdimizin ortağı, sevincimizin kaynağı diye düşündüyseniz hayatınızın bir döneminde, bu yazı sizi bi nebze aydınlatacaktır.

 

Bu yazıyı kaleme alırken Islandman’dan Agit arka planda çalıyordu.

 

Kendinize dikkat edin, müziksiz kalmayın. 

 

Anıl Uzun